Lise yıllarında bir pilavcımız vardı, Çapa Pilavcısı. Selim Sabit yokuşunun başında küçük, tatlı bir dükkan. Okul çıkışlarında uğrar, ucuza nohutlu pilav, pilav üstü tavuk yerdik. Civardaki öğrencilerin uğrak mekanıydı. Kimse çok sevdiğinden ya da bayıldığından gitmezdi oraya. Makul fiyata karnını doyurmanın adreslerinden biriydi sadece. Öğrenciler yiyip içtiklerinin, giyip tükettiklerinin hesabını kitabını iyi yaparlar. Gerçi o yıllarda hayat daha ucuz, şimdiki moda tabirle alım gücü daha yüksekti. Hayır yaşlanmadım: Hızla geçip giden yılların eskitip durduğu lakırdıları tekrar piyasaya sürüyor, artık zayıflayan hafızamı meydana çağırmaya cüret ediyorum. Lakırdı, zayıflayan hafıza sözlerini kullandığıma bakıp aldanmayın. Gerçekten ne geçmişe saplantılı bir özlem duyuyor ne de kılı kırk yamalı -evet yamalı ve dahi süprüntülü- bir nostaljiye kapılmış gidiyorum. Sadece ve sadece hafızamda hala canlı duran bazı görüntüleri hatırlamaya çalışıyorum.
Lisedeki ilk günümde öğretmen en sevdiğimiz yemeği sormuştu. Nohutlu pilav demiştim. Yanımda oturan esprili arkadaş istihza ile gülmüştü, hiç unutmam. Okulumuza yüz metre uzaklıktaki bu mekanı keşfettikten, daha doğrusu yolumuzun üstü ve fakir zihinlerimizin ayrılmaz parçası olduğu için ona fazlasıyla maruz kaldıktan sonra bu menüye karşı duyduğum zaafı sorgulamaya başladım. En azından şimdi bu satırları yazarken sorguluyorum.
Bu yemek neden yoksulların baştacı olup kentin bilumum meydanları, köşebaşları, pazar yerlerini kendine mesken tutmuştur? Bu hadisenin felsefeyle ilintisi nedir? Neden felsefeyle nohutlu pilav mağlupların ve mahrumların yıkılmaz kalesidir? Kahir ekseriyetimiz mahrumiyet sofrasında nakavt olmuşken bunları düşünmenin kıymet-i harbiyesi ne ola ki?
Hayatıma giren yokuşlar beni herbirinin hakkında bir roman yazacak kadar derinden etkiledi. ‘’Nedir o sarp yokuş? Boynunu günah zincirlerinden kurtarmaktır’’ ayetlerini mıh gibi kazıdım aklıma. Şimdi Selim Sabit, Horhor, Akdeniz, Saya yokuşlarını çıkarken ne bu ayetlerden kaçabiliyor ne de bunca meşakkatten sonra düzlüğe çıkmaya cesaret edebiliyorum.
Mesela şöyle bir hikaye uyduralım:
Oyuncağın nerede yavrum, söyle kim üzdü seni diye bir ses duydum. Oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi derdimi kimlere anlatacağım tarzı mazeretler uydurdum. Bize lazım olan felsefeyi ve dahi pilav üstünü unuttum. Tefekkürdü, lisân-ı hâldi, nevzuhur imajlardı hepsini yedeğe aldım. Telefonumun şarjı bitiyor, tabiat üstüme üstüme geliyor, kadim kitaplar derdime derman olmuyordu. Falcılar büyücüler devreye girmiş, sarıklı padişahı hasta yatağından uyandırmaya çalışıyor, Keloğlan Bicirikle muhabbeti kesmiş Aykız’ı Sivas’a dönmeye ikna etmek için çabalıyordu. Herkes köye dönme özlemiyle yanıp tutuşuyor, turizm şirketleri konkordato ilan etmiş birbirlerini iflasa çağırıyordu.
Çarmıhta gerili İsa’yım. Ne kollarımdan akan kanlar ne yüzümün yamukluğu üzüyor bugün beni. Ne yaptığımı anlasanız da pilav üstü felsefe yaptığımı çıkarsamanız biraz zor olabilir çünkü ‘’Edebiyat yapma!’’ serzenişinin bir tık ötesine geçebilenler ‘’felsefe yapma!’’ uyarısına maruz kalırlar ve bu emir kiplerinde karşılığını bulan hayat damarı, felsefe yapmak garipliğinin ya da bu türden nemelazımcılığın asıl amacını yüzümüze vuracaktır.
Biz araçlara değil araçlar bize mahkum. Araçlarla çevrili, kuşatılı dünyada kendimize yer bulmak zor mu zor. Amaca yürünen yolda araçları kullanan kişiyle amacını kaybetmiş ve araçların esiri olmuş kişi bir tutulabilir mi? Ayaklarımı bir şekilde hareket ettirmekle mesul isem o ayakların beni nereye götürdüğü de mesuliyet alanıma girer. Biliyorum bu kadar karışık değil ve bu yazıyı anlaşılır bir sona kavuşturup kavuşturmamak benim sorumluluğum ama biraz daha dişimizi sıkalım.
Hikaye bitti!
Lisedeki ilk yılım bazı önemli olaylara denk gelmişti. Henüz birkaç ay geçmişti gezi kıyâmı üzerinden. Siyasal atmosfer hareketli ve yoğundu. Tayyip Erdoğan’ın sarayı halkın büyük çoğunluğunun zihnini meşgul ediyor, tartışmalar, kavgalar, protestolar almış yürüyordu. Halk iki cepheye ayrılmıştı: Sarayları savunanlar ve saraylara karşı olanlar. Böyle bir atmosferde kendimizi yitik, kaybolmuş ve biraz da korkmuş hissediyorduk. Hem ergen zihinlerimizle bizi kuşatan dünyayı anlamlandırmaya çalışıyor hem de tabir doğruysa kendimizi bir halt sanarak dünyayı değiştirmeye çalışıyorduk. Kendimizi bir halt sanarak diyorum çünkü bize tavır alanların yüzümüze vurduğu yegane şey kendimizi bir halt sanmamız ve genç yüreklerimizde değişim için büyük bir istek taşımamız olacaktır. Zaten bir ergenin işi nedir ki? Tabi ki dünyayı değiştirmek!
Mustafa Kutlu sarayı öve öve bitiremediği bir yazı yazmıştı. Binküsur odalı bir sarayla ilgili eski mimariyi de hesaba katarak onun hayırhahlığını ve modernliğini öven hayli zorlama bir yazıydı doğrusu. İşte biz bunları tartışıyor, sevdiğimiz veya halihazırda sevmemiz beklenen bir yazarın böyle bir yazı yazmasına içerliyorduk. Görünen o ki birçok yerden derin yaralar almış, zamanın üzerimizde ağırlık yapan vasatından sıyrılmaya çalışarak kendimize soluklanma alanları yaratmaya çalışıyorduk.
Çantamda Tutunamayanlar ile evin yolunu tutarken gediklisi olduğumuz mekana göz kırpıyor, ergenliğin serâzadlığı ve kadim bir semtte okul okumanın verdiği güvenle bizi baskılayan dünyaya bir söz söylemenin heyecanını içimde taşıyarak kendimi bizi bekleyen zor günlerin acı-tatlı akışına bırakıyordum. Günlerden bir gün Çapa Pilavcısı kapandı, bizi doyuracak yeni mekanlar, yeni tartışma yerleri, eğlenme yerleri, buluşma mekanları bulduk. Gelen gideni aratır derler ya, o mekanın üzerimdeki etkisi baki kaldı. Hem günden güne hayatın pahalılaşması hem de yetişkinliğe adım atarken hayatın acılaşması bende veya bizde bugünleri arayacağız hissi oluşturuyordu. Zaten yetişkinlerin gençlere verdiği en büyük nutuklardan birisi, gençliklerinin değerini bilmelerini öğütleyerek, ‘’ileride bugünleri arayacaksınız’’ değil midir?
0 yorum