‘’Dalgalar yükseliyor’’

Annesi Lisa ile kayalıklardaki bir evde yaşayan küçük Sosuke oynamak için tek başına deniz kıyısına indiği bir gün dalgaların karaya sürüklediği tuhaf bir şey fark eder. Karaya vurduğu için zorlukla nefes alan, küçük, tatlı bir canlıdır bu. Küçük Sosuke bunun bir japon balığı olduğunu düşünür ve ona Ponyo ismini verir. Ponyo’yla hemen arkadaş olur ve birbirlerinin isimlerini tekrar ederler. Sosuke Ponyo’nun karada karşılaştığı ilk insan olduğu için Ponyo onunla güçlü bir bağ geliştirir.

Ponyo aslında derinlerdeki masalsı bir deniz ülkesinden kaçan yavru bir denizkızıdır. Bir denizanasının üstünde yüzeye doğru yolculuk yaparken, denizin sığ bölgesindeki çöpleri temizleyen bir tankerin ağına takılır ve bir kavanozun içine sıkışır. Tankerin ağından kurtulur ancak kavanoza hapsolmuş şekilde karaya vurur. Küçük Sosuke onu bulduğunda bu haldedir. Sosuke kavanozu kırar ve onu çıkartır. Eline cam batıp kanayan yerini Ponyo diliyle yalar ve hemen iyileşir. Ponyo’nun sihirli güçleri vardır.

‘’Sen insan kanı tatmışsın’’

Fujimoto karaya çıkıp Ponyo’yu tekrar yuvasına götürür ve onu bir baloncuğun içine hapseder. Biraz sonra Ponyo’nun elleri ve ayakları çıkar. Fujimoto çıldırır ve ‘’sen insan kanı tatmışsın’’ der. Ponyo’nun insan olması ve Fujimoto’nun buna karşı çıkması insanların denizleri kirletmesi ve denizdeki canlıları öldürmesi nedeniyledir. ‘’Aptal ve korkunç bir yaratık olup da ne yapacaksın? Bir zamanlar ben de insandım. İnsanlar denizleri kirletiyor ve denizdeki canlılara zarar veriyorlar.’’

Burada ister istemez Beled suresindeki ‘’insanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozulma başladı’’ ayetini hatırlıyorum. Miyazaki’nin güçlü senaryosu ve muhteşem bir tatlılıkla ördüğü bu film bize çok şey anlatıyor. Toplumsal ve ailevi bağlardan tutun da masalsı bir serüvenin çocuklardaki etkisine kadar birçok çağrışımla yüz yüzeyiz.

‘’Bu kuyu dolduğunda denizlerin hakimiyeti başlayacak…’’

Filmin ilerleyen sahnelerinde göreceğimiz büyük bir tsunami nedeniyle dalgalar her yeri kaplar. Fujimoto denizaltındaki kuyuya gelir ve ‘’bu kuyu dolduğunda denizlerin hakimiyeti başlayacak, o tehlikeli yaratıkların sonu gelecek, iğrenç insanların çağı son bulacak.’’ der.

Türkoloji bölümlerinde sıkça üzerinde durulan Altay yaratılış mitine göre dünya başlangıçta sadece sudan ibaretti. Mitolojilerde suyun başlatan ve sonlandıran gücü özellikle vurgulanır. Japonya deniz ülkesi olduğu, deprem ve tsunami olaylarına yabancı olmadığı için filmde de bunun izlerini görüyoruz. Suyun felakete veya yeniden yaratışa götüren özelliği sel ve tufan motifleriyle Mezopotamya mitlerinde de görülür.

‘’Bir denizkızı karaya vurursa ardından tsunami olur, bu çok eski bir efsanedir’’

Soske kovaya koyduğu Ponyo’yu anaokuluna götürür ancak öğretmeninden korktuğu için kimseye göstermez. Ağacın altında saklar, okul çıkışında yandaki huzurevine götürür ve oradaki ihtiyar arkadaşlarına, ninelerine gösterir. Büyükanne Toki Ponyo’nun denizkızı olduğunu anlar ve çok korkar. ‘’Onu hemen denize geri at yoksa tsunami felaketi olacak’’ der.

Ponyo deniz altında hapsedildiği yerden kaçar ve dalgalar büyüyüp her yeri sarmaya, karayı dövmeye başlar. Her yer sular altında kalır. Lisa ve Soske o gün zorlukla eve ulaşırlar. Ponyo dalgalarla birlikte kah yüzerek kah koşarak Soske’nin peşine düşer, artık elleri ve ayakları olan, Soske’nin yaşlarında küçük bir kızdır.

‘’Denize bir kız düştü Lisa, bir balığın sırtında koşuyordu.’’

Ponyo’nun dalgaların sırtında koştuğu sahne bence filmin en can alıcı kısmıdır. Dalgalar ve balıklar muhteşem bir ahenkle karaya ve gökyüzüne hücum ederken küçük kızın adeta rehber gibi en önde onlara eşlik etmesi, yol göstermesi hayranlık uyandırıcı. Filmin temel aksiyonunu bu sahnelerden aldığını söyleyebiliriz. Küçük kızın küçük çocuğun peşinden koşması ve ona ulaşmak için gösterdiği çaba, ayrıca dalgaların bu ahenge eşlik edişi görsel şölen oluşturmuş. Sosuke bu görüntü karşısında şunları söylüyor: ‘’Denize bir kız düştü Lisa, bir balığın sırtında koşuyordu.’’

Bir diğer dikkat konusu da şu ki Ponyo’nun insan olması karşısında Lisa hiç şaşkınlık göstermeyip soğukkanlı davranıyor. Yetişkinlerin çocuklara inanmadığı ve onları hayal görmekle suçladığı başka filmlerin, genel algının dışına çıkıyor bu film. Bu sahnenin fimdeki masalsı atmosferi besleyen sahnelerden biri olduğunu düşünüyorum. Tüm o sıkıntılı yolculuktan, dalgaların, balıkların hercümercinden sonra eve ulaşan anne çocuk dalgaların içinden çıkıp peşlerinden gelen küçük kızı görür. Sosuke’nin dilinden dökülen sözler şunlardır: ‘’Ponyo bir insan olarak geri döndü.’’

‘’Böyle bir fırtınada bu ev bir deniz feneri gibi, karanlıktakilere umut ve ışık tutuyor tatlım… Bu evde kalmalısın, bu evi korumak sana düşüyor.’’

Lisa huzurevine gideceği sahnede çocuğa bunları söyler. Ev karanlıkta deniz feneridir. Gemici baba ve çocuk mors alfabesiyle iletişim kurar. Burada ev, çocuk, baba imgelerine odaklanmamız gerekiyor. Eski hikayelerde evin görünümlerine bakarsak ev, kendisine ulaşılması veya kendisinden kaçılması gereken mekandır. Baba gemici olduğu için evden uzaktadır ve yakın zamanda da dönmeyecektir. Baba ve ev arasındaki zıtlık hikayenin belkemiğidir. Çocuk babasız evde evin reisi konumuna yükselir ve kendisini tamamlayan ruh eşi sayesinde eksik parçalar tamamlanır. Yine de bu hikayede evin tam anlamıyla babasız olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü sürekli gelmesi beklenen ve kendisiyle iletişim kurulmak istenen kişidir baba. Yapbozu tamamlamak için üzerinde durulan ev, baba, çocuk üçlüsü hikayeyi tamamlamaya yardımcı oluyor. Bu aşamadan sonra fırtınanın sonuçlarına bakmalıyız.

‘’Fırtına gemileri sürüklemiş, burası bir gemi mezarlığına dönüştü.’’

Koichi, gemisiyle denizde ilerlerken, tayfalarla birlikte bir şey görür. Işıklarıyla bir şehir görüntüsüne benzetirler. Hatta tayfalardan biri ‘’kaptan, Amerika’ya mı ulaştık acaba?’’ der. Ama Koichi dürbünle baktığında orada görünenin fırtınanın sürükleyip üst üste yığdığı gemiler olduğunu anlar: ‘’Fırtına gemileri sürüklemiş, burası bir gemi mezarlığına dönüştü, hemen demir atın!’’ Tam o sırada Ponyo’nun da annesi olan deniz tanrıçası oradan geçer ve geminin arızalanan motoru tekrar çalışmaya başlar. Diğer gemilerin arasına sürüklenmekten kurtulur ve hep birlikte tanrıya yakarmaya başlarlar.

Sabah olduğunda Ponyo sihriyle Sosuke’nin oyuncak teknesini büyütür, gerçek bir tekneye çevirir. İki çocuk sulara açılırlar. Burada Sosuke’nin kendini kanıtladığı, tek başına tekneyi kontrol ettiği sahneleri görürüz. Şehrin yüksek kesimleri hariç her yer sular altında kalmıştır ama insanlar iyi örgütlendikleri, hazırlıklı oldukları için kimsenin canına zarar gelmemiştir. Büyünün bozulması için Ponyo’yu olduğu haliyle kabul edecek birine ihtiyaç vardır. Çocuklar Günebakan huzurevine vardıklarında Ponyo tekrar japon balığına dönüşür. Deniz tanrıçası büyünün bozulma koşulunu Sosuke’ye söyler ve böylece film sonlanır.

SONUÇ

Animasyon fimlerinin analizi daha mı zor? Bu tarz fimlerin çocuklar için olduğu önyargısı biraz kırılmıştır ancak tür gereği çocuklara hitap eden bu tarz filmler için analiz yapmanın daha zor olduğunu düşünüyorum. Hele ki mesele politik ve kültürel analizse işin içinden çıkmak daha zor olacaktır.

Merakımızı celbeden olaylara derinlemesine baktığımızda ve basit görünen taraflarını deştiğimizde şunu görürüz: Bizim büyük umutlarımızda büyük hayal kırıklıkları, büyük övünçlerimizde ise büyük zayıflıklar var. Bu filmde de gördüğümüz üzere hayal gücü, gerçeği aşan ancak kendi sınırlarını korumak için gerçek olay ve durumlardan yararlanan bir kurgu unsurudur. Hayal gücü gerçeği yönetebilir mi? Rüyalar ve düş unsurları gerçek hayatın yanında ne anlam ifade eder? Film bu sorulara cevap vermese de bazı sorgulamalara kapı aralıyor:

Sosuke üzerinden bir büyüme, olgunlaşma, erginleşme (inisiyasyon) hikayesi anlatılıyor. Mitik anlatılarda ve sınama ritüellerinde görülen tarzda erginleşme hikayesi bu filmde daha basit bir forma sokulmuş. Walkabout (1971) filmiyle karşılaştırmak istiyorum: Bu filmde de aborjin yerlilerinde görülen bir ergenlik hikayesi anlatılıyor, karanlık, noir ögelerle destekleniyordu. Sosuke ve Walkabout’daki yerlinin ortak noktası kendilerini ispatlama yolundaki çabalarıdır. Birinde Japon kültürüne ait unsurlar diğerinde ise Avustralya yerlilerinin geleneğine yaslanıyor filmler. Lafı uzatmadan Walkabout’ın oryantalist bir bakış açısıyla çekildiğini de söyleyelim.

Japonya’da sevimlilik, sosyal kabullenme anlamına gelen kawaii ve bundan beslenen, aynı zamanda çağa damgasını vuran manga ve anime kültürü arasında derin bir bağ var. Günümüzde neredeyse bu kavramlardan kaçınmamız imkansız. Özellikle de gençler için böyle. Siyasal bunalım dönemlerinde bu tarz modaların yükseldiği kanaatindeyim. Japonya’nın karmaşık politik tarihinin bu kültürün gelişmesinde tetikleyici bir arka plan oluşturduğu söylenebilir.

CEFAN ONGULU

Kategoriler: Blog

0 yorum

Bir yanıt yazın

Avatar placeholder

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir